10 Ekim 2018 Çarşamba

Litost


 Milan Kundera Gülüşün ve unutuşun kitabında çekçe bir kelime olan ve başka hiçbir dilde aynı anlamı karşılamayan Litost'tan bahseder:

  "Sevilen kadının bizim kadar ağır yüzmesini, kendine ait bir geçmişi olmamasını (Mutluluk duyarak anımsayacağı kendine özgü bir geçmiş) arzularız. Bu düş bir kez kırıldı  mı (Genç kızın hızla yüzmesi veya geçmişini mutluluk duyarak anımsamasıyla) aşk büyük bir acı kaynağı olur ki, biz buna Litost diyoruz, Litost içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan acılı bir durumdur."

Litostan biraz da iki yüzlü bir duygu olarak bahseder Kundera, çünkü hemen hemen her zaman yansıtmalarımızı da beraberinde taşır. Kendimize doğru, kendimize doğru baktığımızda karşılaştığımız Litostlar sabahları uyanıp, unuttuğumuz rüyalar gibi benliklerimizde izler bırakır.

Uzun zamandır devam edemediğim hikayedeki erkek kahraman bitmek bilmeyen bir litostun içindeydi. Bu ona devam etme gücü veriyordu ama sonsuz boşluklarında çok uzun zamandır kendine yalan söyleyerek. Eh, bir film repliğindeki gibi: "Kimi insanlar depresiftir." Bu aşkın bitmek bilmeyen sorgulama olması gibi, çok eski anılar, güvenli alanlar gibi artık kendi evinin (içinin) çatılarından sarkan sarkaç oluşturmuş buzlar gibi.

Varoluşun en sevdiğim yanıysa her zaman başka seçeneklerinin olması. Blues da hüzünlüdür ama içinde bitmek bilmeyen bir heyecan vardır. Çimlerde bir pazar günü uzanırken ona yoğun isteğim üzerine " The Thrill is Gone" şarkısını açtırmıştım. Yüzümdeki ifade Litost gibiydi, bunu farkettiğini hiç düşünmedim ve bana usulca sorduğunda çok mutlu olduğumu söyledim, çünkü öyleydim. Karayiplere gitmekte olan bir gemi gibiydim; durağan, mavi, huzurlu. Çünkü mutluluk da bir seçenektir. Hüzünü yanında getirir ama bu ona derinlik verir. Bu yüzden hüzünlü insanları çok severim, sanıyorum herkes sever. Bir keresinde arkadaşlarıma "Her şey çok yolunda!" dediğimde aldığım tepki "Olmamalı" olmuştu. Bu bir litosttu ama gerçekti. Yüzde bir yara izi, kırık bir diş veyahut kalp birçok şeyi anlatır ve hikayelerimizle var oluruz. Aslında gerçek oluruz demeliyim.

Samimiyetsiz birkaç telefon görüşmesi, yürünen bir yol, varımsız hedef
Dünyanın en güzel bakan gözleri, yürünen bir yol, varımsız hedef,
Hedefler varımlı olunca hüzünlü anlamını kaybederler.

Her şeyin seçim olduğu bir evrende sanıyorum yolculuk ( bağımlı değişken) seçmek istediklerimiz ( bağımsız değişken) milyonlarca kez kendimizle farklı seçeneklerimiz ile karşılaşırız. Neyi seçtiğimiz litostlarımıza bir avuntu mudur? Yoksa onu görmezden gelme midir? Onları tüm esrikleriyle kabul etmedir belki de. Her mükemmel şeyde bir "ama" olması gibi.

Gideceğin yeri bilmemek de kimi zaman bana en büyük mutluluklardan biri gibi gelir. Yalnız yaşam insana birçok şey öğretiyor bunlardan en önemlisi bir insanın varlığının önemi olsa gerek ve tabii kombi basıncını ayarlayabilme özelliği. İroninin dışında, derinlere indiğinde yalnız evde olmak ile yalnız bir parkta olmak bile birbirinden tamamen apayrı şeyler.  Nereye gittiğini bilmeden yürünen yollar, görünen yüzler ve kafanın içinde daima yeniden yarattığın bir "sen" konuşmaların, monologların bir zaman sonra anlam arayışına dönüşür. Kendini soba borularındaki çatlaklardan sızan sular gibi hissedersin, akıntılarının kıyısında yüzsen de bu güzel ve tehlikeli bir oyundur. (O.A) Her zaman çıkabilirsin, vazgeçebilirsin, istemeyebilirsin. Litostların sana uzaktan göz kırpar ve sana Hotel California şarkısını hatırlatır :)

Çağımızın problemi litostlarımızı tıpkı Mc Donalds Burgerleri gibi midemize asit salması için düşünmeden yutmak olmalı. Derinliklerimize inemiyoruz. Kendimizle vakit geçirmek ve "Uzanıp kendi boynumuzdan öpmek" ve en önemlisi kendimizi affetmek bunlar varımsız çabalarmış gibi geliyor bize. Sokakta bir çok şey konuşan insanlar görüyorum, Jim Morrison örneği mesela. Popüler kültür objesi artık.  Huxley okumamış birisi, şiirin derinliklerinde boğulmamış birisi bana bu rock yıldızından bahsedince kendimi efes tombul şişe gibi hissediyorum. Sürekli konuşuyoruz, her şeyi biliyoruz ama bir şey eksik değil mi? Litostumuz bizi bırakmıyor.
Dinlemiyoruz sonra, instagramda birlikte fotoğraf çekindiğimiz kişiyle kaç like aldığımız onun sorunundan daha önemli hale gelmeye başlıyor. Bir yere oturuyorsun ve müzikler karşındakini duymamak üzere çalıyor. Konuşan insanlar, bizler, sıcak biralar, varmayan sözcükler az sonra bitecekler herkes sustuğu ana özel mutlu kalacak sonra 99 kuruş farkla aldığı patatesleri yerken evine gitmek isteyecek.


 Hikayeler biter ya iz bırakmak?