21 Ocak 2018 Pazar

Pazar Günlerinin Düş Ranzaları


Uyandığında, kendini tekrar yatağın içinde bulabilmesi için belli bir süre geçmesi gerekiyordu. 

Dışarıya gözlerini aralayarak bir süre baktığında Borges öykülerinden bir ana karakterin ona doğru baktığını gördü, bir zaman sonra bu kişinin kendisi olduğuna kanaat getirdi.

Dışarıda yağan yağmur, ona "Riders on the storm" şarkısını çağrıştırıyordu.

Gözlerini dışarıdan aldı ve duvara getirdi. Şimdi Max Ernst tablosu ışığın ona yansıyan kısmını kendine doğru çekiyordu.

Sevdiği kadına ulaşması için gereken yol o gün için ona, Heidegger'in varoluş yollarından bile daha uzak görünüyordu. 

Bir pazar gününün verdiği esriklik ve dağılmışlık hissinde, çamlı bir yol hayal etti. Yola ulaşması için üstünü giyinmesi bunun için de doğrulması gerekiyordu ve bir de hangi giysiyi giyeceğini önceden planlaması gerekiyordu. Oğuz Atay'ı anımsadı ve onun tehlikeli oyunlarını. 

Bir keresinde bir yerde evlerin olduğu gibi yatak ranzalarının da ruhu olduğunu okumuştu. Yoksa bunu izlemiş miydi? Tüm anılar zihninde ilk yaşandıkları anın flu haliyle duruyordu. "Daha kötüsü, ya hiç yaşanmadıysa? Tüm bu gerçeklik zamanın başlangıcından beri ya hiç var durumda değilse?" diye düşündü. 

Artık kalkması gerekiyordu, yatağın ruhu onu, ondan bir şey isteyen bir insanın bakışları gibi tutuyordu. Bu duyguya hiç dayanamaz hemen yelkenleri suya indirirdi, insanlar ona bir adım geldiğinde kişisel sınırlarının nerede başlayıp bittiğini bilemezdi. Neyse ki şimdiki savaşı sadece yatak ranzası ileydi. Onu öptü, ve şimdi gideceğini ama onu asla terk etmeyeceğini söyledi.

Tüm sırt ağrılarıyla kendi gövdesini aynada gördüğünde, yürümeye karar verdi. Zihninde Leonard Cohen mırıldanıyordu, 

"Ve bazen gece yavaşken,
zavallı ve uysalken
Kalbimizi toparlarız ve gideriz.
Bin derin öpücük"

13 Ocak 2018 Cumartesi

Alp dağları ve serin rüzgarlar

Gri bir akşamüstü kadar berrak anımsıyorum. Geçen yıl bu aydı. ( zamanın göreceliğini ve naif olmayışını göz önünde bulundurmuyorum.) Bükreşte yalnızdım ve bir otelde kalıyordum. Yolculuğun en güzel tarafı ucuğu bucağı olmayışı ve belirsizliği değil midir zaten? Bizi yola iten sebep sonuna ulaşmak istemeyişimiz değil midir? (Her neyse Neil Armstrong konuyu toparlamalıyız artık.) Ne diyordum? Yalnız bir akşamdı. Yalnız ve soğuk Bükreş 2017 yılının kış akşamını -15 derecelerde sürdürüyordu. Bir önceki akşam aynı sokaklarda kaybolduğumu hatırlıyorum, bu sefer öyle olmayacağına neredeyse emindim ne yazık ki bulunmak isteyiş kadar kaybolmakta istiyor insan bazı gecelerde. Pasaportumu korumak için sırt çantamı sıkıca kapattım ve dondurucu soğukta bilinmeyen bir ülkenin, tekinsiz sokaklarında yürümeye başladım. Kilise çanları çalarken, AC-DC'nin hells bells şarkısındaki çanlar da eşlik ediyordu buna. Bu harmonik uyum içinde huzur dolmuştum. İngilizce seviyem Neil Armstrong'un yeni uzaylı türleri ile tanışırken (hi!) demesi kadardı. Camekanların önünden geçtim ve çin restaurantlarının da. Gece belli bir saatten sonra camlardan yansıyan imgeler her zaman biraz freudyen anlamlar ifade ediyordu. Alt metin olarak yazmıyorum gerçekten öyleydi. Artık bulunmak isteyene dek yürüdüm. Dondurucu soğuğun kibritçi kızı gibiydim. Ritüel olarak o akşam birkaç bira içmem gerekti. Romence konuşulan bir yerdeydim ve anlamsızlık hoşuma gidiyordu. Hayat kendi anlamını kaybetmekten ibarettir aslında. Kendimizin de düzenli tekrarları değil miyiz? Nietzsche Bengi Dönüşü anlatırken yinelenmenin kendisi bile sonsuza dek yinelenir demişti. (Neil Armstrong uzaylı türleriyle paralel evrende Nietzsche'den konuşuyordu ve parantez kapanmadan, yolculuk bir yere bağlanmadan ve sonuç bölümünü açmadan yazı bitiyordu.

İşte bu akşam Blog açma fikri ve Patrick Wayne'nin Voss kitabı aklıma geldi. Belki ben don kişot kadar cesur olarak yel değirmenleriyle olan savaşımı kazanamıyordum ama Voss'un alman ruhu beni anlıyordu; gözlerimin daldığı boşluklarda boğulacağımızı bilerek hem de..