Kay Sage'in 1956 yılı özel koleksiyonunda yer
alan "Geçiş" (Le Passage) isimli tablosu, ilk
yapıldığı günden beri var olan karamsar esrikliğinden hiç ödün vermeden, ressamın
yaşamına son vermeden önce yarattığı son eserlerden biri olarak halen önemini
korumaktadır.
Tablonun Kısaca Ortaya Çıkışı ve Öyküsü
Kay Sage, André Breton'un önderliğindeki
sürrealist grubuyla olan birlikteliği sırasında Yves Tanguy ile tanışır. Çift,
1940 yılında Avrupa'dan ABD'ye göç ettikten sonra yaşamını birleştirmeye karar
verir. İlişkileri Odysseus'un İthaca'ya doğru yol aldığı denizler gibi
fırtınalı bir hal almaktan hiç vazgeçmez. Kay Sage,
“Geçiş” isimli
tablosunu Tanguy'un 1955'teki ölümünden bir yıl sonra yapar.
Tablodaki sırtı bize dönük kadın, göremediğimiz gözleri
ve eğik boynuyla uzaktaki çöllere doğru bakmaktadır.
Bu da öznel bir yorumlamayla ölümün başlangıcına, döngüselliğine ve
sonsuzluğuna yapılan bir atıf olarak ressamın tuvaldeki
izdüşümü biçiminde değerlendirilebilir.
Resim 1: Yves Tanguy ve Kay Sage
Resim 1: Yves Tanguy ve Kay Sage
Tablonun
İncelemesi
Tablonun adıyla başlayacak olursak; "Geçiş", yaşamın bekleme salonu metaforu gibidir. Birbirine dönük olan ama birbirine hiç değmeyen iki kapı gibi; seçenekleri sonsuz düşlerden oluşan, aynı zamanda birbirine neredeyse anımsamayacak ölçüde uzaklaşmış iki kapı… Kendi yazarının bile çoktan unuttuğu, en son yıllar önce bir hamam böceğini ezmekte kullanılmış bir gazete kupürünün kapı eşiğinden insanları izlemesi gibi soyut bir kavramı akla getirir.
Tablonun adıyla başlayacak olursak; "Geçiş", yaşamın bekleme salonu metaforu gibidir. Birbirine dönük olan ama birbirine hiç değmeyen iki kapı gibi; seçenekleri sonsuz düşlerden oluşan, aynı zamanda birbirine neredeyse anımsamayacak ölçüde uzaklaşmış iki kapı… Kendi yazarının bile çoktan unuttuğu, en son yıllar önce bir hamam böceğini ezmekte kullanılmış bir gazete kupürünün kapı eşiğinden insanları izlemesi gibi soyut bir kavramı akla getirir.
Uçsuz bucaksız çöller bazen yeni keşiflerin,
dönmeyişlerin ya da büyük kayıpların öykülerini de içinde barındırır. Tabloda
kullanılan sarı, gri ve kahverengi renkler ölümün en büyük serüvenlerden biri
olduğunu bir gece yarısı öpücüğü gibi bize hatırlatırken, gözlerimiz Prusya Mavisi’ni
arar durur. Çölü; bir deniz ve hatta sembolik anlamda
umut olarak görmeyi bekler gözlerimiz. Tıpkı Kiklop
Polyphemos ile savaşan, nice
maceraya atılan ve defalarca
ölümden dönen Odysseus’un kendisine ve yuvasına geri
dönmesini arzulayan Penelope gibi uzaklara bakar
tablodaki kadın. Odysseus bir rüya yılı öncesinde Sage'e tüm
yolculukların kendine dönmekle, kendinde kaybolmakla ve bulunmak istememekle
ilgili olduğunu açıklamış gibidir. Bu bakış artık Lacan'a flörtöz bir göz kırpmaya
dönüşmüştür sanki; ama arzuladığı
son içkiyi onunla içememiş, tablonun asla
göremeyeceğimiz bir yerindeki diğer özne ile kendi ‘ben’i arasında
sıkışıp kalmış bir bakıştır bu.
Resim 2: Kay Sage’in Geçiş (Le Passage) Tablosu.
Resim 2: Kay Sage’in Geçiş (Le Passage) Tablosu.
Kendi kuyruğunu yiyen yılan "Ouroboros"
sembolü, yaşamın döngüselliğine dair
bir atıf olarak anılır. Bu aynı zamanda, Nietzsche'nin Bengi Dönüş
Teorisi’ni de bana her defasında
anımsatan bir olgudur. Milan Kundera ise, döngüselliğe kendi yorumunu
şöyle getirir:"Yaşamın kendisi bile sonsuza dek
yinelenir." Kay Sage, tam da yaşamın kıyısında oturmuş tüm
savunmasızlığı ve çıplaklığı ile imgelenirken, "Var
olmanın dayanılmaz hafifliği" yerine var olmamanın ağırlığını
izleyicilerine bir düş örüntüsünde fısıldar.
Latince’de kişinin kendi kaderine
duyduğu aşk/tutku demektir “Amor Fati”. Nietzsche’nin
kullandığı anlamıyla, hayatın en üst seviyede olumlanmasıdır. Düşünürün bu kavramı, göl kıyısında yaptığı bir
gezinti sırasında, insanın geçmişten getirdiği yüklerle birlikte akıntıya karşı
kulaç atmaya çabalaması yerine, geçmişin ağırlığını kendisini ileriye doğru
götürecek bir akıntıya dönüştürmesi şeklinde yorumlayıp geliştirdiğini hayal
ederim hep. Oysa bu duruma taban tabana zıt olarak, yaşadığımız en iyi kaderi artık bir daha yaşayamayacağımızı düşünürsek
geriye bir bardak pişmanlık silsilesi, avuntu
aradığımız bir takım ilaçlar ve yaşamın anlamsızlığını
düşünmek kalır. Tabloya da bu durum kum taşının üstünde oturan bir hatıra
birikintisi olarak yansımış olabilir.
Resim 3: Edvard Munch tarafından 1906’da yapılmış olan “Portrait of Friedrich Nietzsche” isimli tablo.
Resim 3: Edvard Munch tarafından 1906’da yapılmış olan “Portrait of Friedrich Nietzsche” isimli tablo.
Tablodaki figürün izleyiciye arkasını dönmüş
olması ve belli belirsiz görülen yağmur bulutları, psikolojik açıdan bireyin
benlik algısının sarsılmış olabileceğini anımsatır bize. Kim olduğunun,
geleceğinin ve kaotik duygularının melodisiyle yoğrulmuş bilinmezlik serüveni,
kökleri çok derine inmeyen bitkiler gibi biraz daha ıslanmayı ve demlenmeyi
bekler.
Psikolojik açıdan bakıldığında “Duygusal
Yoksunluk” şemasının var olduğu bireyler, yaşamı göz alabildiğine uzanan, uzaklarda
kalmış duygulara değgin bir çöl gibi hissederler. Tabloda da
ölümün ve uzaklığın verdiği duygu karışımları, tüm renklerin birleşip beyaz
(Newton’un Renk Çarkı hızla döndürüldüğünde, çarkın rengi
değişir ve beyaz, yani ışık çıkar) halini alması gibi satır arasında
bıyık altından gülümseyen silik bir iz bırakır.
Zaman geçtikçe "Geçiş"in
boyutları daralır, anlam bir Zen öğretisi gibi bilincin
derinliklerine doğru akmaya başlar. Tabloysa git gide Freudyen gelir gözümüze.
Çöl, kurak ve doğurgan olmayan bir boşluğa dönüşür.
Ölüm, renkleri içine doğru emmeye başlar; hisler, ödipal kompleksten
zar zor ayırt edilebilir. Sanki post apokaliptik durumda olan bir yeraltı
mağarasında şarap tadımı yapmak üzereyizdir! Artık elimizde
var olmayan tüm geçmiş ‘oluş’larımızla,
gerçeğin ucuz şarapta gizli olduğunu bilerek (In Vino Veritas!) ve
bir kadeh de Dionysos için içerek!
Ölümün gerçekliği ve yalnızlığın hiç bitmeyecek
türden bir çocukluk alışkanlığı olması tutkulu bir dans çeşididir. Sage, renk
geçişlerinde ustalıkla bu dansı tuvaline serpiştirir. Aidiyet hissinin çok
önceden kaybolduğu bu yerde, ucu bucağı belirsiz anımsamaların serzenişleriyle
ayakta durarak yaşama “Jeff Buckley”nin şarkılarının hissettirdiği
duygular gibi verilen bir son öpücük olarak karışır. Bu durum,
gülümseyen gözlerinizle bile bakıldığında, anakronizmden millerce uzaktadır.
Sage tabloyu yaratırken varoluş, kendi
kuyruğunu yer. Ithaka’ysa derinliklerine gömülür ve
Poseidon o sırada yıllık iznini kullandığından
"geçiş" biletini kimseye
gösteremez! İşte tam da bu "depersonalizasyon"
noktasında kendimizden yola çıkarak, kendimize karşı yabancılaşmaya başlarız.
Depersonalizasyon psikolojide
yaşanan bir travma sonrasında görülebilen, kendine karşı yabancı olma,
"kendini uzaktan izleme" durumuna denir. Tablodaki figürün tüm
çıplaklığıyla üzgün ve uzak görünmesi, bu durumun bir sonucu olduğunu
düşündürür; sanki tablodaki kadın kendine
doğru ve kendine karşı olan bir mücadele gibidir.
Ölüm, yaşam, anlam ve izolasyon mahşerin dört
atlısı gibi kendi savaşına hazırlanırken, her şeyin başı olduğu düşünülen ama
aslında sonunu oluşturan "aşk", tablonun en ücra köşelerinden
dalgın bakışlarıyla izleyiciyi süzer. Zamanın
başlangıcından beri hiç konuşmamıştır. Tablonun tam orta yerinde durmaktadır.
Freud'a göre Eros'a, yorumlayıcıya göre yıkımı çağrıştıran Thanatos'a
benzemektedir. Varoluş, sarı deri ceketinden çıkardığı saatini
gösterir, kapanış konuşmasını yapmak üzere sahneye aşkı çağırır. Aşk, önce
bir içki ister sonra da aynaya bakıp rujunu sürer;
gözlerini tablonun yaratıcısının, gözlemleyenin, ölümün, umutsuzluğun,
renklerin, tuvalin, kirişin, resmin yapıldığı odanın, resmin yapıldığı odadaki
masanın üstünde duran saatin bile göremeyeceği bir yere diker ve
hınzırca gülmeye başlar!