18 Mart 2020 Çarşamba

Kay Sage’in “Geçiş” Tablosu’nun Ölüm, Anlam, Varoluş, Psikolojik ve Mitolojik Bağlamda İncelemesi



Kay Sage'in 1956 yılı özel koleksiyonunda yer alan "Geçiş" (Le Passage) isimli tablosu, ilk yapıldığı günden beri var olan karamsar esrikliğinden hiç ödün vermeden, ressamın yaşamına son vermeden önce yarattığı son eserlerden biri olarak halen önemini korumaktadır.
Tablonun Kısaca Ortaya Çıkışı ve Öyküsü
Kay Sage, André Breton'un önderliğindeki sürrealist grubuyla olan birlikteliği sırasında Yves Tanguy ile tanışır. Çift, 1940 yılında Avrupa'dan ABD'ye göç ettikten sonra yaşamını birleştirmeye karar verir. İlişkileri Odysseus'un İthaca'ya doğru yol aldığı denizler gibi fırtınalı bir hal almaktan hiç vazgeçmez. Kay Sage, Geçiş isimli tablosunu Tanguy'un 1955'teki ölümünden bir yıl sonra yapar. Tablodaki sırtı bize dönük kadın, göremediğimiz gözleri ve eğik boynuyla uzaktaki çöllere doğru bakmaktadır. Bu da öznel bir yorumlamayla ölümün başlangıcına, döngüselliğine ve sonsuzluğuna yapılan bir atıf olarak ressamın tuvaldeki izdüşümü biçiminde değerlendirilebilir.

Resim 1: Yves Tanguy ve Kay Sage
Tablonun İncelemesi
Tablonun adıyla başlayacak olursak; "Geçiş", yaşamın bekleme salonu metaforu gibidir. Birbirine dönük olan ama birbirine hiç değmeyen iki kapı gibi; seçenekleri sonsuz düşlerden oluşan, aynı zamanda birbirine neredeyse anımsamayacak ölçüde uzaklaşmış iki kapı… Kendi yazarının bile çoktan unuttuğu, en son yıllar önce bir hamam böceğini ezmekte kullanılmış bir gazete kupürünün kapı eşiğinden insanları izlemesi gibi soyut bir kavramı akla getirir.
Uçsuz bucaksız çöller bazen yeni keşiflerin, dönmeyişlerin ya da büyük kayıpların öykülerini de içinde barındırır. Tabloda kullanılan sarı, gri ve kahverengi renkler ölümün en büyük serüvenlerden biri olduğunu bir gece yarısı öpücüğü gibi bize hatırlatırken, gözlerimiz Prusya Mavisini arar durur. Çölü; bir deniz ve hatta sembolik anlamda umut olarak görmeyi bekler gözlerimiz. Tıpkı Kiklop Polyphemos ile savaşan, nice maceraya atılan ve defalarca ölümden dönen Odysseus’un kendisine ve yuvasına geri dönmesini arzulayan Penelope gibi uzaklara bakar tablodaki kadın. Odysseus bir rüya yılı öncesinde Sage'e tüm yolculukların kendine dönmekle, kendinde kaybolmakla ve bulunmak istememekle ilgili olduğunu açıklamış gibidir. Bu bakış artık Lacan'a flörtöz bir göz kırpmaya dönüşmüştür sanki; ama arzuladığı son içkiyi onunla içememiş, tablonun asla göremeyeceğimiz bir yerindeki diğer özne ile kendi ‘ben’i arasında sıkışıp kalmış bir bakıştır bu.

Resim 2: Kay Sage’in Geçiş (Le Passage) Tablosu.
Kendi kuyruğunu yiyen yılan "Ouroboros" sembolü, yaşamın döngüselliğine dair bir atıf olarak anılır. Bu aynı zamanda, Nietzsche'nin Bengi Dönüş Teorisini de bana her defasında anımsatan bir olgudur. Milan Kundera ise, döngüselliğe kendi yorumunu şöyle getirir:"Yaşamın kendisi bile sonsuza dek yinelenir." Kay Sage, tam da yaşamın kıyısında oturmuş tüm savunmasızlığı ve çıplaklığı ile imgelenirken, "Var olmanın dayanılmaz hafifliği" yerine var olmamanın ağırlığını izleyicilerine bir düş örüntüsünde fısıldar.
Latincede kişinin kendi kaderine duyduğu aşk/tutku demektir “Amor Fati”. Nietzsche’nin kullandığı anlamıyla, hayatın en üst seviyede olumlanmasıdır. Düşünürün bu kavramı, göl kıyısında yaptığı bir gezinti sırasında, insanın geçmişten getirdiği yüklerle birlikte akıntıya karşı kulaç atmaya çabalaması yerine, geçmişin ağırlığını kendisini ileriye doğru götürecek bir akıntıya dönüştürmesi şeklinde yorumlayıp geliştirdiğini hayal ederim hep. Oysa bu duruma taban tabana zıt olarak, yaşadığımız en iyi kaderi artık bir daha yaşayamayacağımızı düşünürsek geriye bir bardak pişmanlık silsilesi, avuntu aradığımız bir takım ilaçlar ve yaşamın anlamsızlığını düşünmek kalır. Tabloya da bu durum kum taşının üstünde oturan bir hatıra birikintisi olarak yansımış olabilir.

Resim 3: Edvard Munch tarafından 1906’da yapılmış olan “Portrait of Friedrich Nietzsche” isimli tablo.
Tablodaki figürün izleyiciye arkasını dönmüş olması ve belli belirsiz görülen yağmur bulutları, psikolojik açıdan bireyin benlik algısının sarsılmış olabileceğini anımsatır bize. Kim olduğunun, geleceğinin ve kaotik duygularının melodisiyle yoğrulmuş bilinmezlik serüveni, kökleri çok derine inmeyen bitkiler gibi biraz daha ıslanmayı ve demlenmeyi bekler.
Psikolojik açıdan bakıldığında “Duygusal Yoksunluk” şemasının var olduğu bireyler, yaşamı göz alabildiğine uzanan, uzaklarda kalmış duygulara değgin bir çöl gibi hissederler. Tabloda da ölümün ve uzaklığın verdiği duygu karışımları, tüm renklerin birleşip beyaz (Newton’un Renk Çarkı hızla döndürüldüğünde, çarkın rengi değişir ve beyaz, yani ışık çıkar) halini alması gibi satır arasında bıyık altından gülümseyen silik bir iz bırakır.
Zaman geçtikçe "Geçiş"in boyutları daralır, anlam bir Zen öğretisi gibi bilincin derinliklerine doğru akmaya başlar. Tabloysa git gide Freudyen gelir gözümüze. Çöl, kurak ve doğurgan olmayan bir boşluğa dönüşür. Ölüm, renkleri içine doğru emmeye başlar; hisler, ödipal kompleksten zar zor ayırt edilebilir. Sanki post apokaliptik durumda olan bir yeraltı mağarasında şarap tadımı yapmak üzereyizdir! Artık elimizde var olmayan tüm geçmiş ‘oluş’larımızla, gerçeğin ucuz şarapta gizli olduğunu bilerek (In Vino Veritas!) ve bir kadeh de Dionysos için içerek!
Ölümün gerçekliği ve yalnızlığın hiç bitmeyecek türden bir çocukluk alışkanlığı olması tutkulu bir dans çeşididir. Sage, renk geçişlerinde ustalıkla bu dansı tuvaline serpiştirir. Aidiyet hissinin çok önceden kaybolduğu bu yerde, ucu bucağı belirsiz anımsamaların serzenişleriyle ayakta durarak yaşama “Jeff Buckley”nin şarkılarının hissettirdiği duygular gibi verilen bir son öpücük olarak karışır. Bu durum, gülümseyen gözlerinizle bile bakıldığında, anakronizmden millerce uzaktadır.
Sage tabloyu yaratırken varoluş, kendi kuyruğunu yer. Ithakaysa derinliklerine gömülür ve Poseidon o sırada yıllık iznini kullandığından "geçiş" biletini kimseye gösteremez! İşte tam da bu "depersonalizasyon" noktasında kendimizden yola çıkarak, kendimize karşı yabancılaşmaya başlarız.
Depersonalizasyon psikolojide yaşanan bir travma sonrasında görülebilen, kendine karşı yabancı olma, "kendini uzaktan izleme" durumuna denir. Tablodaki figürün tüm çıplaklığıyla üzgün ve uzak görünmesi, bu durumun bir sonucu olduğunu düşündürür; sanki tablodaki kadın kendine doğru ve kendine karşı olan bir mücadele gibidir.
Ölüm, yaşam, anlam ve izolasyon mahşerin dört atlısı gibi kendi savaşına hazırlanırken, her şeyin başı olduğu düşünülen ama aslında sonunu oluşturan "aşk", tablonun en ücra köşelerinden dalgın bakışlarıyla izleyiciyi süzer. Zamanın başlangıcından beri hiç konuşmamıştır. Tablonun tam orta yerinde durmaktadır. Freud'a göre Eros'a, yorumlayıcıya göre yıkımı çağrıştıran Thanatos'a benzemektedir. Varoluş, sarı deri ceketinden çıkardığı saatini gösterir, kapanış konuşmasını yapmak üzere sahneye aşkı çağırır. Aşk, önce bir içki ister sonra da aynaya bakıp rujunu sürer; gözlerini tablonun yaratıcısının, gözlemleyenin, ölümün, umutsuzluğun, renklerin, tuvalin, kirişin, resmin yapıldığı odanın, resmin yapıldığı odadaki masanın üstünde duran saatin bile göremeyeceği bir yere diker ve hınzırca gülmeye başlar!